22 Kasım 2016 Salı

Çıkmaz Sokak

Yürüyordu öylece. Nereye gideceğini düşünmemişti. Canı sadece yürümek istiyordu. Hava da çok soğuktu aslında. Her gün sürekli olarak yaptığı sıcak mekanlarda oturup soğuk muhabbetlerden sıkılmıştı. Bir farklılık arayışıyla bu kez yürümek istedi. Bir rota belirlemedi kendisine. Yanına kimi alıp almayacağını da düşünmemişti. Bir caddeden çıkıp önüne ilk gelen ara sokağa girmişti. Bu gece en çok istediği şey, önüne kimsenin çıkmamasıydı. Az önce sıcak mekanda otururken kazağının kollarını sıvamıştı. Kalkıp yürümeye başladığında montunu giymiş olmasına rağmen hala kazağının kollarının sıvanmış halde kaldığını fark etti. Bunu önemsemeden devam etti. Nasıl olsa bunu kimse göremez ve herhangi saçma bir alay konusunun malzemesi olamazdı. Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı ve yolun ortasında aniden durarak sigaranın ilk nefesini çekti. Ciğerlerine değil de sanki iliklerine kadar çekmişti bu dumanı.

Bir şeyler düşünmesi gerektiğini hissetti. Ama nereden başlayacağını bilmiyordu. Aslında kafasının içinde onlarca konu vardı. Derken bir taş gördü. İnce ve uzundu taş. Bir mezar taşını andırıyordu. Aklına ilk gelen soru, acaba bu sokak eskiden bir mezarlık mıydı. Bunca telaşın içerisinde yürüdüğü bu sokağın eski bir mezarlık olup olmadığını düşünmüştü. Bir ürperti hissetti ve yoluna devam etti. Bu yürüyüşünde dünyada olup biten her şeye kaygısızca davranmak istiyordu, az önce hissettiği ürpertiden sonra. Tüylerinin diken diken olması bir anda ona üşüdüğünü hissettirmişti. Geri dönüp baktığında sokakta bir hayli yürüdüğünün farkına vardı. İleri baktığında ise sokağın sonunu göremedi karanlıktan. Sokak lambası yoktu bu sokakta. Bilmeden bir yola girmişti yine. Hem de bu sefer yolunu aydınlatacak bir lamba bile yoktu diye düşündü. Bilmeden girdiği yolların hiçbirinden bir fayda sağlayamamıştı bugüne dek. Ama bu kez nedensizce bir fayda sağlayacağından emin olarak yoluna devam etti.

Düşünmeye devam ediyordu. Bu kez de aklına düşünmenin ne olduğunu düşünmek geldi. "İnsan neyi düşünürdü, düşünceler insanı nereye sürüklerdi, düşünmenin insana ne faydası vardı, insan düşündüklerini nasıl gündelik hayatına uygulayabilirdi ..." gibi sorular aklına geldi. Kendisini dünyanın en iyi düşünürü hissetti kısa bir süreliğine. Hatta düşündükleriyle dünyanın bütün sorunlarına çözüm bulabileceğine inandı. Halbuki daha kendi sorunlarına yabancıydı ve bu sorunları nasıl çözebileceğini öğrenememişti. Kendisi ile olan tanışıklığının, başkaları ile olan tanışıklığından daha az olduğuna kanaat getirdi. Acaba başkalarının da, şu an hissettiği durum gibi kendileri ile olan tanışıklığı, onun kendisiyle olmayan tanışıklığı gibi miydi? Yoksa onun dışında herkes bu hayatta en çok kendisi ile mi tanışıktı?

Önünden bir kedi hızlıca sokağın karşısına geçti. Bu soğukta kedinin ne kadar üşüyeceği aklına geldi. Aklı kediye takılmıştı bu sefer de. Yiyecek vereni var mıydı, yatıp uyuduğu yer çok soğuk muydu acaba diye aklından geçirdi. Kedinin bu haline üzüldü kendince. Ama kediden yola çıkarak sokaklarda yaşayan diğer hayvanlar ve evsiz insanlar aklına gelmemişti. Sanki aklı iğdiş edilmiş de ona sadece görebildiği şeyleri düşünebileceği, göremediği şeyleri ise aklına getirmemesi emri verilmişti o an. Ve bunu hayatının birçok bölümünü göz önüne getirip bir muhasebe yaptığında, aslında birçok defa uyguladığını hatırlamıştı. Kendisinin düşünme konusunda iğdiş edilmişliğini bütün herkeste görebileceğine emindi aslında. Ama kimsenin de aklının içine girerek böyle bir şeyin var olabileceğinin kanıtına ulaşamazdı. Bir yandan yürümeye devam ediyordu tabii. Sokağın sonuna hala gelememişti. Daha hiç kimseyi görmemişti. Kimseyi görmemiş olduğuna şükretti. Çünkü o an yanında birileri olsa bu kadar çok şey düşünmeye imkanı olamazdı. Kimsenin karşısına çıkmaması için dua etti.

Yürürken, bir binanın ilk katının camında emlak ilanı görmüştü. Emlak ilanını gördükten sonra emlak kelimesinin anlamının ne olduğunu düşündü. Ardından bu kelimeden yeni kelime türeterek istimlak kelimesi ve nihayetinde müstemleke kelimesini düşündü. Aklına ilk olarak toprakları müstemleke edilen ülkeler gelmişti. Yani ülkelerin  müstemleke haline dönüştüğü sonucuna vardı. Daha sonra da bu kelimeye farklı bir anlam yükleyerek insanların birbirini müstemleke haline getirişini aklına getirdi. Bazı insanlar diğer insanları müstemleke haline dönüştürüyordu ve bazı insanlar da akıllarının ve vicdanlarının başka insanlar tarafından müstemleke haline getirilişine izin veriyorlar, bu işgale kayıtsız kalıyorlardı. İnsanların neden birbirlerini müstemleke haline getiriyorlardı? İnsanların müstemleke haline dönüşmesine neredeyse ağlayacak kadar üzüldü. Bu durumu düzeltememek adına kimsenin bir şey yapmayışına karşı isyan ederek haykırmak istedi. Ve sonra da bu dönüşüme kendisinin de düşüp düşmediği sorusu aklına geldi. Ama sormaya korkuyordu. Çünkü kendisinin de müstemleke edilmiş olup olmadığını cesaret edip kendisine soramaması, düşmüş olduğu acizliğin göstergesiydi. Acaba az önce eleştirdiği insanlar da kendisi gibi bu hesaplaşmadan korktukları için mi uğradıkları işgale tamah ediyorlardı... Emlak kelimesinden yola çıktığı serüven onu bu noktalara ulaştırmıştı. Bu serüveni bir an evvel bitirmek istedi.

Sokakta tek başına yürümeye devam ederken bir anda karşıdan gelen birini gördü. Bu gece en çok istediği şey, önüne kimsenin çıkmamasıydı. Ama birden karşısına biri çıkmıştı. Yolun hafiften kenarından yürüyordu ikisi de. Karşıdan gelen adamı uzaktan öylece süzdü. Bir de gördü ki kendisi nasıl yürüyorsa karşıdan gelen de öyle yürüyordu. İkisinin de elleri ceplerindeydi. Hatta kendi kıyafetleriyle karşısındaki adamın kıyafetleri de neredeyse aynıydı. Karanlık olduğu için adamın yüzünü göremiyordu. Ama yürüyüşünden pek tekin birine benzemediğinin farkına vardı. Niyeti bu geceyi sorunsuzca bitirmekti ama bu karşıdan gelen adamdan dolayı tekrar bir ürperti sardı vücudunu. Adım attıkça karşıdaki de adım atıyor ve birbirlerine yaklaşıyorlardı. Heyecandan bu soğukta terlemeye başlamıştı. Bir an önce geçişip bu sorundan kurtulmaya bakıyordu. Mesafe gitgide yaklaştı. Ama adamın yüzü karanlıktan görünmüyordu bir türlü. Kaldı ki korkudan adamın yüzüne tam olarak bakamıyordu bile. Ve sonunda iyice yaklaştılar birbirlerine. Telaş içindeydi ama karşısındaki adamda telaştan hiçbir iz yoktu. Sonunda ikisi kafa kafaya çarpıştı ve cam kırığı sesleri içinde bir gürültü koptu. Kafasını kaldırıp baktığında adamı ortalıkta göremedi. Adam karanlıkta kaybolup gitmişti. Şaşkınlık içinde etrafa bakınıyordu ama bir türlü adamı göremiyordu. Sonra bu şekilde etrafa bakınırken yandaki binadan başka bir adam çıkageldi. Ona nasıl olduğunu sordu. Heyecandan sesi titriyordu. Konuşmak istedi ama sesini bir türlü duyuramadı. Binadan inen adam üzüntü ve mahcubiyet içinde konuşmaya başladı. Eve taşımak üzere eşya aldığını ve aynayı taşımayı en sona bıraktığını, sokaktan kimsenin bu saatte geçmeyeceğini hesap ettiğini anlattı. Aynayı bu saatte dışarıda bırakıp böyle bir kazaya sebebiyet verdiği için özür diledi. O ise hala şaşkındı. Az önceki karşıdan gelen adamı düşünüyordu hala. İzin istedi ve yürümeye devam etti. Biraz yürüdükten sonra az önce aynada gördüğü kişinin kendisi olduğunun farkına vardı. Kıyafetinden ve yürüyüşünden kendisinin olduğunu anlamalıydı aslında ama anlayamamıştı işte. Kendisini tanıyamayışına hayret etti. Kendisine bu kadar uzak oluşuna anlam veremedi. Düşünceler içinde savrulurken kendisini unuttuğunu fark etti. İnsanın kendisinden başka her şeyi düşündüğünde ne durumlara düşebileceğini bu şekilde anladı. Bu korkuyu da atlatarak tekrar yola koyuldu.

Tuhaf bir şekilde sokağın sonunu bir türlü göremiyordu. Yürümekle sokağın sonunu getiremiyordu. Bakıyor bakıyor ama bir türlü sokağın sonuna dair bir şeye rastlamıyordu. Karanlık olmasının etkisi tabii ki vardı ama bu kadar uzun bir sokağın olma ihtimalini saçma buldu. Sokakta uzun süredir yürümesine rağmen sanki geçtiği yerler hep aynı yerlerdi ve bir türlü bitmek bilmiyorlardı. Sanki ileriye adım atıp geride bıraktığı mesafeler bir şekilde sokağın sonuna ekleniyordu. Sanki bu gecenin sonunu bir türlü getiremeyecek de sabaha kadar ve hatta yaşamının sonuna kadar bu sokaktan çıkamayacaktı. Oysa amacı tek başına öylesine yürümekti. Ama bu sokaktan bir türlü çıkamıyordu. Çıkmaz bir sokağa mı girmişti diye sordu kendine. Ama çıkmaz sokakların da bir sonu olmuyor muydu? Ve insan bir çıkmaz sokağın sonuna denk gelip o sokaktan çıkmıyor muydu? Sanki bu çıkmaz sokak sonu olmayan bir çıkmaz sokaktı. Sona yaklaştıkça başa dönüyordu. Sisifos'u hatırladı. O da buna benzer bir cezaya çarptırılmıştı. Ceza demişken, kendisi de bir cezaya mı çarptırılmıştı ki? Bunu düşündü. Suçunun ne olduğunu hatırlamaya çalıştı. Bir türlü aklına getiremiyordu ne suç işlediğini. Ama cezası belliydi bu gece. Farkına varmadan ve sebepsizce girmiş olduğu, sonunu bir türlü göremediği bu çıkmaz sokakta bir sona yürümek. Bu yolda bütün hayatını düşünmek cezasının en ağır yüklerinden biriydi. Hele ki kendini unutuşuna söyleyecek sözü yoktu. Yolun sonu karanlık mı yoksa aydınlık mı, buna çabası cevap verecekti. Ve böylece yürümeye devam etti...

8 Eylül 2016 Perşembe

Kalender Özlü Adamdan Bir Çağrı

Havanın güneşli olduğu bir hafta sonu dinlenmek üzere dağların yamaçları arasında kısılıp kalmış bir göle gitmişti. Gölün etrafında pek az kimseyi görmüş olduğuna oldukça sevindi. Zaten bu gölü herkes bilmezdi. Göl civarında günlük hayatından alışkın olduğu o kulakları sağır edici gürültünün olmayışına hayret etmiş, tam olarak bu duruma anlam veremese de içten içe sevinmişti. Rüzgar da esmiyordu. Bütün imkanlar dinlenmesi için önceden hazırlanmıştı sanki. Pek az kimsenin bildiği bu gölün ve etrafında bulunan ormanın tedirgin edici de olsa dinlendirici bir yer olduğuna inanmıştı. Göle şöyle bir bakıp kendince içlenerek, "birbirine kavuşamayan dağların gözyaşlarından oluşmuş bu göl." dedi. İnsan için kederlenmek için sayısız bahane vardı. O da kendi yalnızlığını göl ile paylaşıp, kendisini gölde cisimleştirmişti.

Ömründe ilk defa böylesine kendini yalnız hissetmişti. Havanın açık olacağını sanmıştı ama hava birden bozdu ve yağmur yağmaya başladı. Arabasının bagajına ne olur ne olmaz diyerek yağmurluğunu almıştı. Hemen çıkarıp yağmurluğunu üzerine geçirdi. Gök gürlemiyor fakat yağmur sağanak şeklinde yağıyordu. Biraz sonra geçer diyerek bekledi. Yağmurun şiddeti azalıyor ama bir türlü bitmiyordu. Bu şekilde yağmurun azalmasını bekleyerek uzunca bir müddet bekledi ve beklentisi sonuç verdi. nihayet yağmur azalmıştı. Yüksek yerlerde hava bir anda açıp bir anda kapanıyordu. Ve sonunda güneş nurlarını saçmaya başladı. Kendince bir nura sarılmaya ihtiyacı olduğunu hissetmişti. Tam o anda güneşin nurlarını görmesi onu daha da umutlu bir kişiye dönüştürmüştü.


Oraya gitmeden önce televizyonda haberlerden bir sonraki gecenin sabahına karşı Mars gezegeninin gökyüzünde görüleceğini öğrenmişti. Tam da oraya gittiği günün gecesinde böyle bir olayın olacağını öğrenmesi, onu farklı bir deneyim yaşayacağı için tuhaf bir heyecana sürüklemişti. Önceden öğrendiği bir bilgiye göre Mars gezegeninin Arapça ismi Merih'ti. Dünyaya en yakın gezegendi Mars ve rengi diğer gezegenlerden farklı olup kızılımsı bir renge sahipti. Merakla Mars'ı görmek için beklemeye başladı. Bu arada vakit de epey ilerlemişti. Gölün başında yağmur sonrası kendine yapacak işler aradı ama düşünmekten başka bir iş bulamadı. Aslında düşünmenin bir iş mi yoksa kendini arayıp bulmaya çalıştığı bir yöntem miydi ve oradan kendi varlığını fark edebileceği sonu olmayan bir umman mıydı, pek bir kararsız kaldı. Bu şekilde çeşitli düşünme eylemlerine girişmiş olmakla, hem vaktini boşa harcamadığının kararına varıyor hem de günlük hayatın arasında sıkışıp kaldığı ve bu yüzden kendisiyle bir türlü bulamadığı yüzleşme fırsatını yerine getiriyordu. Bir nevi ruh ve vicdan terazisinde bir türlü sağlayamadığı dengeyi sağlamaya çalışıyor, terazinin taraflarını ruh ve vicdanında savaştırıyordu. Hangi tarafın kazanacağı belli değildi ama kendisinin bu savaştan kazanan olarak çıkmak istediğini umuyordu. Bu şekilde bir savaşın içinde vakit biraz daha ilerlemişti.

Birkaç saat önce yağan yağmurdan dolayı hava biraz soğumuştu. Bir kahve yapıp içmeye başladı. Dışarıdan bakılınca, burada dağın başında mahsur kalmış bir insan görüntüsü vardı. Kılık kıyafetinden, yüzünün kekremsi halinden hırpalanmış, buruk ve dağınık bir görüntüsü vardı. Bunun sebebini insanlardan uzakta, dağın başında tek başına vakit geçiriyor olmasına bağladı. İnsanlardan uzakta olması onu insanlara mecbur mu bırakmıştı ki kendince burada mahsur kaldığını düşünmeye ihtiyaç duydu, bilmiyordu. Tek bildiği bu yalnızlığa ihtiyacı olduğuydu. İnsanları tanıyıp da onlardan kaçmayan biraz delidir dedi kendi kendine ve gülümsedi. Olması gerekenin beşer olarak doğup insan olmaya doğru ilerlemek olduğunu biliyordu ama etrafında gördüğü insan maskeli mikrop bulaştırıcılarının beşerden daha beter bir halde olduklarının  farkındaydı. Bu farkındalık, daha doğrusu delilik, onu bu dağların arsında kalmış gölün kıyısında mahsur bırakmıştı.

Saatine baktı ve beklediği vaktin çok yaklaşmış olduğunu anlayarak gökyüzüne kafasını kaldırdı. Gündüz yağmurdan dolayı kapalı olan havadan şimdi eser yoktu. Gökyüzünde ufacık da olsa bulut kalmamıştı. Yüksek bir yerde ve ilk defa gökyüzüne böylesine dikkatli bakıyor olduğundan yıldızları çok yakınındaymış gibi gördü. Hatta elini uzatıp değmeye çalıştı. Keşke içlerinden birini yakalayıp dünyadan kurtulsam diye içinden geçirdi. Ve sonra gözlerini gökyüzünde yıldızların arasında gezdirirken birden Mars gezegenini gördü. Bütün yıldızlardan daha büyük görünüyordu. Renginin kızıl olmasından Mars gezegeni olduğunu anlamıştı. Görür görmez etkilenmişti Mars'tan. Hatta gündüz yağan yağmurdan dolayı üşüyen vücudu kahve içmesine rağmen hala üşüyorken, Mars'ın kızıllığı ile birlikte bir anda ısınmaya başlamıştı. Ayaktayken gökyüzüne bakmaktan dolayı kafası yorulmuştu ve hemen yerdeki çimenlerin üzerine sırt üstü yattı. Çimen ve toprak soğuktu ama Mars'ın sıcaklığı onu üşütmüyor ve koruyordu. Hiç hesapta yokken, böyle adam akıllı ısınmış olmasına akıl sır erdiremiyordu. Sanki sonsuza dek sürecek bir sıcaklıktı bu. Dünyadan soyutlanmıştı adeta. Mars'a bakarken aklına getirdiği bütün sorunları hemen bir çözüme ulaştırmıştı. Sözgelimi fakirleri doyurmuştu, akrabalarını gözetmişti, komşusunun kapısına gizlice erzak dolu poşetler koyup kaçmıştı, yetimleri sevindirmişti, bir yaşlının elini öpüp "nasılsınız" diye sormuştu... Belki de bütün sorunları çözecek gücü vardı nihayetinde ama o bir sebep mi arıyordu, onu da bilmiyordu. İnanılmaz, tarifi yapılamaz bir mutluluk içerisindeydi. Zaman hiç akmasın istiyordu. Hayal kurmak onu dünyanın en mutlu insanı yapmıştı Mars'ı izlerken. Ama şunu unutmuştu. Zaman, yerinde duran bir varlık değildi. Güneş, onun mutluluğunu yok etmek üzere yaklaşıyordu dağların arasına. Ve nihayet Güneş doğmuştu. Hava aydınlanınca Mars'ın görüntüsü kaybolmaya başlamıştı ve sonunda kayboldu.

Güneşin doğmasıyla, Mars kaybolmuştu. Ama asıl kaybolan Mars değil, kurduğu hayallerdi, hayal dünyasında sorunlarına bulmuş olduğu çözümlerdi. Bütün bunları kaybetmesiyle ve Mars'ın kızıllığının yok olmasıyla birlikte, Güneş'in sıcaklığı ortaya çıkmasına rağmen üşümeye başlamıştı. İnsanın yüreği üşürken elleri ne kadar ısınabilirdi ki? Hala sırt üstü yatıyordu çimenlerin üzerinde. Derken farkında olmadan, uyumamış olmasından dolayı  yorgunluğun etkisiyle uykuya daldı. Gece olan olaylardan dolayı acayip bir rüya görmeye başladı. Ve aniden uyandı. Birkaç saat geçmiş ve güneş hafifçe yükselmişti. Ortalık uyumaya başlamadan önceki halinden daha da ısınmıştı. Uyanınca biraz üşüse de biraz bekledikten sonra ısınmaya başladı. Kendini tamamıyla ısınmaya yöneltmişken bir rüya gördüğünü hatırladı. Çabaladı, çabaladı ama bir türlü hatırlayamadı rüyasını. Ama bir cümlenin fısıltısı hala kulaklarındaydı. "Size özen gösterene, siz de özen gösterin."

Bu cümleyi duyar duymaz bir anda kendine geldi. Kendine gelmek, az evvel başka bir yerde olduğunu itirafta bulunmak demektir aslında. Özen göstermek, çaba göstermek, gayret göstermek, itina ihtimam... Hepsi aynı yere varan kelimeler. Neydi özen göstermek? Bir işin elden geldiğince iyi olması için uğraşmak. İyi ne demek? Bu kuralları kim koyuyor olabilir? Özen göstermek nereye ulaştırır insanı? Nerelerden alıp kurtarır... Aklına onlarca soru gelmişti ama bu sorulara bir cevap arıyordu. Yavaş yavaş Mars'ı izlerken aklına getirip çözüm bulduğu sorunlar geldi. Mars'ı izlerken bir sürü çözümler de bulmuştu. O sorunları Mars mı ona çözdürmüştü yoksa hakikaten biraz özen gösterilip halledilemeyecek şeyler miydi bu sorunlar? Düşünmek iki gündür tek yaptığı şeydi. Ama Mars kaybolduktan sonra yaptığı düşünme eylemi daha gerçeğe yakındı. Duymuş olduğu sıradan görünümlü ama çok çok özel olan bu sözün manasında kendisini bir yere koymaya çalışıyordu. Özen göstermekti demek ki onu hayatının büyük sorunlarından bertaraf edecek olan şey. İyilik yapmaya özen göstermekti...

İnsan, hayatı boyunca kendisini çeşitli şeylerle avutup vaktini keyfine göre değerlendirmeyi ve farkında olmadan birçok sorunla beraber yaşamayı seven bir varlık. Hayatının ilerleyen zamanlarında olması gereken profilden çıktığında, ambalajlarla bir yerlerde sakladığı sorunları da günyüzüne çıktığı vakit afallayıp kalıyor. İnsan kendinden uzaklaşıp beşere yaklaşmayı denediğinde ise iyice işin içinden çıkılmaz bir acizliğe bürünüyor. Çözümleri kendi çözemeyen insan kendine çözüm bulucular aramaya başlıyor. Dünyada sosyal hayatın içinde yaşayan birçok insan yanlış çözüm yollarına kendisini rehin veriyor. Oysa insan sorumluluk duygusunun farkına varıp da kendini çaba sarf etmeye, bir işi yaparken özen göstererek yapmaya bir türlü ikna edemiyor. Dünyanın sonuna kadar sayısız yağmur yağacak, sayısız öyküler yazılacak. Sayısız defa Mars görülecek. Birçok insan kendini hiç alakası olmayan yerlere sürüklemekten usanmayacak. Ama olması gereken yere bir türlü ulaşamayacak. Pek az kimseler de bunun farkında olup, buna göre yaşayacak. Dünyaya gelmenin amacına uygun olarak yaşayıp, sahip olduğu sorumlulukları özenle yerine getirecek.

Sözün sonunda insan Mars ile ilgili hayaller dünyasında mı dolaşacak, yoksa bir cümle duyup, okuyup, öğrenip o cümlenin gerekliliğini mi yerine getirecek? Özensiz bir hayat üzere mi yaşayacak yoksa özen dolu, ne yaptığının farkında olan bir varlık olarak mı nefesini tüketecek. İnsan bu soruyu kendine tevcih etmeli mi, etmemeli mi ona kendi karar vermeli. Ama bu soruyu sorarken de hiç olmazsa özen göstermeli...

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Çareli Çaresizlik

Sonra bir gece karşılıklı olarak devam ettirilmek üzere söz verilmiş, birinin kaldığı yerden diğerinin devam edeceği, ama birinin artık devam etmemesi gerektiği bir şiirin en son satırında kalınan yerden devam etmek gayesi ile eline kağıdı kalemi alıp şiir yazmaya oturmuştu. Kalemi kağıt ile buluşturmuş lakin kalbinden Venüs'e açılan, küçülen adımlarla ulaşılan yoluna engeller çıkmıştı. Venüs'e ulaşacaktı ve oradan dünya tımarhanesine tımar edilmek üzere hapsettiği korkularını izleyecekti ki o tımarhanede kısılı kaldı. İstikametini şaşırmış, kendini kendi kalbinde imha etmiş, akıbetini kestiremeyen bir ışıksızlığa esir kalakalmıştı.

Düşünüyordu. İnsan dışında çarelerin çok fazla olduğu ama hiçbir insanın bir çareye özne olamadığını aklına getirip yeniden biçare kaldığını fark etti. Hatta bu durumdan hicap duymayıp, modaya uyarak kendisine çareler satın almak istedi. Çarelerin satıldığı pazara gitmek istedi. Onun bile nerede olduğunu bilmiyordu. Sokağa çıkıp yoldan geçen birine sorsa elbet bir cevap alırdı. Oturduğu yerden kalkıp, aklına geleni yaptı ve sokağa çıkıp ilk gördüğü kişiye sorup cevabını aldı. Cevabına nail olmanın verdiği ufakça bir rahatlama ile yola koyuldu. Hiç tanımadığı, daha önce geçmediği bir yola girmişti. Ayakları kendi karar almışçasına adım atıyor gözleri yolu kaybetmemek için pürdikkat kesilmiş ve yoldan başka bir yere bakmadan ilerliyordu. Kendisinin yerinde kim olursa olsun, onun da aynı şeyi yapacağından emindi ve bu duygu kendisini gururlandırmaya yetiyordu.


Sonra bir anda yolunun üzerinde bir mezarlık olduğunu fark etti. Küçük bir mezarlıktı bu ve kapısından içeri baktığında kimseyi görememişti. Kapısından bakmıştı çünkü etrafı kocaman gövdeli, upuzun ağaçlarla çevriliydi. Sanki çare pazarlarından çare satın alan insanların, mezarlığı görmemek için bir duvar, mezarlığa canlı veya cansız kendilerini sokmamak üzere, dünya ile mezarlık arasına koydukları bir parmaklıktı bu ağaçlar. Kendilerini dünya tımarhanesine hapsetmeyi ne çok seviyordu insanlar diye düşündü.  Ağaçları bile parmaklık şeklinde kullandığına göre bu insanlar, kim bilir neler yapmazdı. Gitmesi gereken yolun doğruluğuna bir kez daha inandı. Çünkü çare satan insanlar elbette ona da uygun bir fiyata, uygun bir çare bulurlardı. Kendine güveni arttı ve gülümseyerek yoluna devam etti.


Nihayet varması gereken yere varmış, çare satıcılarını dikkatlice süzmeye başlamıştı. Kendisini en çok dinleyen ve kendisine en çok önem veren satıcıyı arıyordu. Ödeyeceği paranın hiçbir önemi yoktu. Çaresizliğine bir çare bulsundu, yeterdi onun için. Konuştu, dinledi, araştırdı, etrafa sordu ve sonunda birinde karara vardı. Yüklüce para ödeyip, çareyi satın aldı. Daha ne olduğunu, nasıl kullanacağını bilmiyordu. Belki de satıcı, eve birilerini gönderip ona daha anlaşılır şekilde öğretecekti çaresini kullanmasını. Böyle düşününce daha da rahatladı içi. Memnundu, çünkü büyük bir sorunu hallettiğine inanıyordu. Artık onu kimse uzunca bir zaman üzemezdi. Belki de sonsuza kadar üzülmezdi, çünkü öylesine yürekten inanıyordu ki kararından vazgeçmeyi aklının ucundan bile geçiremiyordu.

Aradan zaman geçtikçe sıkılıp tekrar pazara giderek alışverişini yapıyordu. Pazar yeri artık onun için bir anlamda mabete dönüşmüştü ama farkında değildi. Bu artık onun için bir ritüele dönüşmüştü. Bazen başkalarının daha güzel çareler bulup daha ucuza satın aldıklarını duyuyordu. Onları o kadar kıskanıyordu ki öyle zamanlarda, öfkeden içi içini yiyordu. Bu kıskançlık yüzünden ne paralar harcanmıştı, kendisi de bilmiyordu. Ayda yılda bir muhabbet edebildiği insanlar gördüğünde onlara sadece bu çarelerden bahsediyordu. O insanlar da ona aynı şeyleri, satın alarak sahip oldukları çareleri anlatıyorlardı. Bundan başka konuşacak konuları kalmamıştı. Varsa yoksa en son çıkan çarelerden satın almak... Başka bir şey düşünmüyorlardı. Bir anlamda çare satıcılarını ilah olarak görüyorlardı. Çare satıcılarının sundukları çareleri satın alarak geçici de olsa kurtuluşa erdiklerini zannediyorlardı. Bu bile yeterdi onlar için. O da bu düzene kendini emanet etmişti. Belki de teslim etmişti.

Öyle veya böyle bir şekilde çare satıcılığı düzeni, bir devri daim egemenliğine dayalı olarak varlığını insanlık ummanında genişletti, genişletti, büyüdü, sonu görünmeyecek bir kuvvete ulaştı. O da bu kuvvetin bir parçası olmaktan dolayı rahattı. Kendine çareler satın alıyordu ve yeni çareler üretilmesi için dualar ediyordu. Güdülmek hoşuna gidiyordu. Güdülenler milletinin ulemalığını yapmak onun için bir şerefti. Her gittiği yerde bunu anlatıyordu. Herkesi bu dünyaya çağırıyordu.

Bir gün alakasız bir biçimde kendi kendine düşünüp konuşuyordu. Çok eskilerden kalma bilgileri aklının ucundan geçmeye başlamıştı. Hayal meyal hatırlamaya çalıştığı şeyleri düşünmekle kendini meşgul etmeye başladı. Derken ışıklı bir bahçede otururken kendi kendine şunları düşündü: Çareyi bir insanın kalbinde bulamayan, bir insana iyilik yapamayan, birisiyle oturup güzel şeylerden sohbet edemeyen, sohbet edecek güzel şeyi kalmayan insan müsveddesi, kendini çare satın alarak iyileştiriyor. Gayrı şahsi münasebeterin, şahsi münasebetlere ket vurduğu, ortadan kaldırmaya çalıştığı ve büyük ölçüde başardığı kötü zamanlar yaşıyor insanlar. Dertlerine çare arayanlar, bir insanın kalbine sığınmak yerine kendilerini korkunç şekilde insan kalbinden uzaklaştırıyorlar. Hülasa kalpten kalbe giden ve görülmeyen yolları hatırlamak değil miydi insanın en büyük çaresi?

15 Haziran 2016 Çarşamba

Şikayetçi Hamal

Sevgili hazirun. Siz de hazırda bekleyenlerden misiniz? Bir haziran günü hizaya geçenlerden misiniz? Hesap edebilir misiniz? Yoksa siz de üstü gök ile örülü bir hapiste misiniz? Yoksa kendinizi heba mı ettiniz?

Hayret bir şey. Yine kendi kendime şikayet etmece oynuyorum. Annem seslice Kuran okuyor. Ben ona su götürüyorum. Kafam dağılıyor. Neye şikayet edeceğimi unutuyorum. Sözgelimi insanın neyi amacı olarak gördüğünü düşünüyorum. Veya insan neyi aracı olarak görüyor? Veya insan neye amaç oluyor veyahut insan neye aracı oluyor? Haydi bir soru daha sorayım. İnsan amaçtan ziyade bir "araç" mı oluyor? Sözgelimi. Sahi söz gelir mi? Söz, kim de gelir? Hasan Ali Toptaş neden bu kelimeyi çok fazla kullanıyor? Şikayet edecek bir konu daha buldum...

Ortalık, ihmal etmeyi kendine düstur edinmiş bir sürü hamalla doluşmuş. Hamalları görmeye tahammül edemiyorum. Hamalların hangi konuyu ihmal ettiğini bulmaya çabalamıyorum. Benim işim şikayetçi olmak. Bana ne kimin neyi ihmal ettiğinden. Ben beni ihmal ediyor muyum, onu bile bilmiyorum. İşim gücüm kendime vicdan azabı yüklemek. Böylelikle vicdanıma azap yüklediğimin farkına varıyorum. Bir vicdanım olduğunu hatırlamanın mutluluğuna erişiyorum.


Fecir vakti düşünüyorum bunları. Evin içinde kısılıp kalmak ruhumu darlıyor. Atıyorum kendimi sokağa, kendimi himaye edebileceğim bir yer arıyorum. Zamanın anlamına katılıp, içi yılan ve yalan dolu bir hazine buluyorum sözgelimi. Türünü bilmediğim bir kuş gelip bu hazineyi dağıtmaya çalışıyor. Korkuyorum. Beni şikayetlerimden kurtaracak olan yılan ve yalan dolu bu hazinenin son umudum olduğunu zannettiğimden, kaybetme korkusu geçiriyorum. Bu türünü bilmediğim kuşu uzaklaştırmaya çalışıyorum. Kuş yılanları solucan yer gibi yiyor. Ama yalanlara dokunmuyor. Bunu görünce daha çok korkuyorum. Sonra kuş dönüp gidiyor ve uzaklaşıyor. Beni yalanlarla başbaşa bırakıyor. Bunu bilerek yaptığını anlıyorum. 

Tam da bu durumdan kurtulmaya çalışırken annem gelip uyandırıyor beni. Annemi gördüğüme belki de hiç bu kadar sevinmemiştim. Annem gelip saçımı okşuyor. Bir şeylerden şikayetçi olduğumu anlamışçasına gülümseyerek gözlerime bakıyor. Annemin az önce seslice Kuran okuduğunu hatırlıyorum ve hattâ ona su götürdüğümü. Annem şikayetlerinin çözümünü arıyormuş aslında. O an gözlerime gülümseyerek baktığında seziyorum. İçi melekler ve hakikatler ile dolu hazinenin annemi şikayetlerinden kurtardığını anlıyorum saçımı okşayışından. 

Söz gelir mi diyordum. Söz geldi ve büyük bir iz bırakarak kendi köşesine mekanını kurdu. Bunca şikayetten, şikayet etmekten sıyrılıp çözüm arıyorken, unuttuğum hazineyi bulmama sebep tabii ki sözün sahibi. Bunu kendimin başardığını zannetmek de şikayet edilecek başka bir sorun olur. Hasbelkader içi hınca hınç şikayet dolu bir sürüncemeye dönüşen bu durumdan da annem sayesinde kurtulmuş bulundum. Şimdi bir soru daha kalıyor geriye: Bu durumdan kurtuldum ama tüm bunları gördükten sonra ben kurtuldum mu? İşte şikayet oluşturacak çok daha önemli bir mesele. Dışarıda yağmur yağıyor. En iyisi yağmur sesiyle uyumak. Sonrasını başka bir zaman düşünürüm belki... 

6 Mayıs 2016 Cuma

Kelepir İnsan

Elbet bir gün bulunacağız saklı kaldığımız her bir yerden. Kendimizi bulacaklar herhangi bir şehrin kelepir ve duvarlarla sınırlandırılmış yüksek zindanlarında. Akıp gitmesine tahammül edemediğimiz alabildiğine tenhalaşan zamanın bir parçasında. Bir mektubun içerisine özenerek iliştirdiğimiz kelep kelep, atlaslara sığmayacak duygularımızda. Ve fabrika sahiplerine, maaş verip köleleştirdiği insancıkları görüp teşekkür ederken, daha çok fabrika kurarak daha çok köle bulmaları için ettiğimiz dualarda...

İnsan olmaktan uzaklaşmaya iç geçirmek gibi bir bulaşıcı hastalıkla yaşamanın kıvamına erme yolunda önemli mesafeler bıraktık arkamızda. Popüler ve medeni görünme çabası içerisinde olmaya yüz tutmuş kalplerin ucuz fiyatlara satılıyor olması söylemek istediğim şeyin iğrenç havasına sokuyor beni. Dünden bir adım ileride olmuş gibi bulunmak, kelimelerle avutulup yalancı kış güneşlerinde ısınmak çabasına benziyor. Hele ki durumundan şikayetçiymiş de sözde bir şeyleri düzeltmek çabasında olanların durumu ise daha bedbaht. Kendisini turistik bir eser gibi gören bu çağın insanı, para ve gücü ile kendini restore edeceğinin biliyor. Restore etmek diyorum, çünkü bu kelimenin kullanım alanı, insanlar için derin anlamları ve önemi olan varlıkların, manasından kopartılıp şık bir görüntüye kavuşturulması ve yeni görüntüsü öneminde kendisine maddi fedakarlıklar ile değer verilmesi anlamını içeren bir alan çerçevesinde kullanılıyor. İşte günümüz insanının sahip olduğu bulaşıcı hastalığın en büyük emarelerinden biri bu.

Gerçek güzelliklerin fiziki görüntülere evrilmiş olduğu, gerçek güzellikleri görme görevinin kalpten alınıp birkaç güdüye ve bu güdülerin emrindeki gözlere teslim edildiği, gerçek güzellik diye görünen şeylerin aslen gerçek kötülükler olduğunu kimsenin fark edemediği, yerkürenin dönüş hızının katlanarak artmasından dolayı insanların böyle meselelere ayıracak vaktinin olmadığı dönemlerdeyiz. Bu dönemin insanları dış görünüşe verdiği önemi daha farklı noktalara da taşımış bulunmaktalar. Zira onlar için "değer veriyormuş" gibi görünmenin değer vermekten, "seviyormuş" gibi görünmenin sevmekten ve bunun gibi sayısı belli olmayan onca insani duygunun görüntüsünün kendisinden daha önemli olduğuna yer veriyorlar dünyalarında.

Bilgi ve ahlakın, insanların yaşamındaki en önemli ayırt edici özellik olarak affedildiği bir toplumdan, bütünüyle içi boş, manası bulunmayan bir şekilcilik, bir "putçuluk" anlayışına varmak üzereyiz. Bizi biz olmaktan çıkarmak isteyen her kim ve ne ise ona karşı duramıyoruz ve bundan da memnuniyet duyuyoruz. Farkında olmadan bizi biz olmaktan çıkarmak isteyenlere en güzel şekilde hizmet ediyoruz.

Bir nisyan bu. İnsan hiç insan olmayı unutur mu? İnsan olmak vazifesinden bilerek kaçılır mı? Bu soruları sormak, tarihin belirli dönemlerinde bizim milletimizce malayani olarak kabul edilmişti. Onlar insan olmanın ne demek olduğunu en olması gerektiği şekliyle ortaya koymuşlardı. Birkaç dize, birkaç beyit okumak bizi sonu gelmeyecek insanlık deryasında gezintiye çıkarabilmeye yetecek etkiye sahipti. Ama bu çağın insanı, bu yaşantı şekliyle onları anlayacak kabiliyetten ne yazık ki yoksun.

En büyük gerçeğin ölüm olduğu bu dünyanın işgalinden kurtulmanın tek yolunun bilgiden geçtiğini hatırlayarak ve bunun gereğini yaparak sonuca ulaşmaya yeltenenlerden olmaya çalışalım. Kararlı şekilde atılacak olan bir adımın getireceği güzellikleri tahayyül etmek bile bir insanı herkesten ayıracak olan masalsı bir ayrıcalık sahibi yapacaktır. Elbet bir gün bulunacağız saklı kaldığımız her bir yerden. Saklı kaldığımız, saklandığımız yerlerden çıkma vakti geçiyor. Bizi kimse bulmadan biz bulmalıyız.

21 Nisan 2016 Perşembe

İnsan Kalabalıktır

Namazdan namaza yarısı dolan bir caminin bahçesindeki çay ocağında tek başıma oturuyorum. Masa ve sandalyeler çok sade ve biraz eskimiş. Güvercinler, budanmış ağaçlardan yuvalarını taşımış. Caminin yan kapısında cenaze ilanı asılı, cenaze ilanının yanında da umre reklam ilanı. Dilenciler birazdan gelirler. Namaz vakti yaklaşmaya başladı. Yaşlılar da çay ocağını dolduruyor vakit yaklaştıkça.

Az önceki sessizlik yerini gürültüye bırakıyor. İnsanların birbirine anlatacak ne çok şeyi olduğunu görüyor ve hayret ediyorum. Dip dibe olan masalarda konuşulanları rahatça duyma imkanına sahipken, gürültüden sıkılıp buradan uzaklaşmayı seçiyorum. Çayımı yudumluyorum ve tamamını içmeden kalkıyorum. Güneş olmasına rağmen soğuk bir bahar havası var. Az önce kimseler yokken ne düşündüğümü hatırlamaya çalışıyorum. Bunu yapmaya çalışırken, bir tanıdık beni görüyor ve çay içmeye davet ediyor. Ama ben daveti kabul etmeyip oradan gidiyorum. Az önce hatırlamaya çalıştığım şeyi hatırlayamıyorum. Hatırlayamamak bazen büyük gerilimlere sebep olur. Nedense bu kez gerilim olmuyor. Ve ben yoluma devam ediyorum.

Geniş bir meydandan ana caddeye çıkıyorum. Kendimi kalabalığın içine azat ediyorum. İnsanların hızlıca yürümelerini bir türlü anlamlandıramıyorum. Ve hızlıca yürürken kimsenin birbirine selam vermeyişlerini, merhaba demeyişlerini... Ellerim pantolonumun ceplerinde yürüyorum. Caddede trafik sıkışıyor. Korna sesleri yükseliyor bütün arabalardan. İnsanların birbirleriyle korna sesi sayesinde iletişim kurduklarını görüyorum. Sinirlenenler, teşekkür edenler, emir verenler... Farkında olmadan bu dili öğrendiğimi anlamış oluyorum.

Dikkatimi toparlayıp tekrar yürümeye başlıyorum. Kaldırım taşlarının dikdörtgen olduğunu görüyorum. Dikdörtgen kaldırım taşlarının birbirleriyle birleştiği çizgilere basmadan yürümeye çalışıyorum. Bir çizgiye bastığımda kendime kızıyorum. Etrafımda kimse yokken böyle yürümeyi seçiyorum. Bu şekilde yürürken az ileride bir adamı görmeyip omzumla çarpıyorum. Adam öfkeli bir şekilde suratıma bakıyor ama bir şey demiyor. Ben de sesimi çıkarmadan kafamı sallayıp bir mimikle olaydan sıyrılıyorum. Birkaç adım attıktan sonra, "acaba ne düşünüyordu da ben ona çarptığımda bana kızmış olmasına rağmen ağzını açıp tek kelime etmedi?" diye kendi kendime konuşuyorum. Dönüp bu soruyu o adama sormak istiyor bir tarafım. Bir başka tarafım da beni vazgeçiriyor.

Yağmur yağdığında insanların kolayca ıslandığı bir durağın önünden geçiyorum. Az yürüyünce büyük ve ışıltılı mağaza tabelaları gözüme çarpıyor. Hangisine bakacağıma karar veremiyorum. Hangisini okuyacağımı şaşırıyorum. Kimi işyerlerinin çalışanları insanları yoldan çevirmeye çalışıyor. Kimi insanların da yoldan çıktıklarını görüyorum... İnsanları izlemeyi bırakıp, etrafa bakınmaya geri dönüyorum. Sadece sırf daha çok para kazanmak için insanları salt para kaynağı olarak gören ve başka hiçbir beklenti içerisinde olmayan, bu sefil para tuzaklarına pusu kurmuş olanlarla empati yapmaya çalışıyorum. Bu çağın efendileri ve kölelerinin kim olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Halime şükrederek bu işi beceremediğimden dolayı memnuniyet duyuyorum. Hemen bu kalabalıktan da uzaklaşmaya karar veriyorum ve hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.

İnsan kalabalık bir ortamda ama tek başına yürüyorken çok rahatça karar alabiliyor. Kimseye soru sormamak, kimseden cevap beklememek bazen en huzurlu zamanlar olabiliyor. Ben de bu tek başıma olmanın huzurunu yaşamaya çalışıyorum, zor da olsa. Yerle gök arasında insanların sonradan kurmuş olduğu bir zindandan kurtulmanın yollarını aramak üzere yoluma devam ediyorum. Yorulduğumun farkına varıp ilerideki banklara varıyorum. Oturup bulutları seyre dalıyorum. Kuşlar geçiyor sürü halinde. Ben martıyı hatırlıyorum. Kalabalık sürüsünden kaçıp, tek başına özgürlüğüne uçan martıyı... İçimde tatlı bir kıskançlık oluşuyor bu kez. Tebessüm ettikten sonra bir sigara yakıyorum. Ve sonra evime doğru yola koyuluyorum...


12 Nisan 2016 Salı

Eksik Hayat

Duvara bakıyorum. Zamanla eskimiş ve uzun zamandır boyanmamış olan duvara... Önünde televizyon öylece kapalı halde durmakta. Ben duvara bakıyorum. Televizyonun orada olmasının sebebini düşünmeye gerek duymuyorum. Duvarın eskimiş beyazlığına kanıyorum. Hemen sağımda pencere bulunmakta. Pencerenin dışında gökyüzü... Ben duvara bakıyorum. Duvarın eskimiş beyazlığında kayboluyorum. Gökyüzünün maviliğinde kaybolmak varken duvarın eskimiş beyazlığında...

Etrafta çıt yok. Bu en son model pencerelerden çocuk sesi de ulaşmıyor artık evlerin içerisine. Çocuk sesi demişken, sahi neydi o ses? Saklambaç oynayanların oradan oraya koşarken sevinç ve heyecan içindeki çığlıkları mı, birkaç gündür yemek yiyememiş olan bir annenin onunla aynı zamandan beri yemek yiyememiş olan çocuğunun midesinden gelen gurultu mu... Yoksa, içerisinde demokrasi taşıyan gökyüzünü istila eden oyuncakların yeryüzünde yetim ve öksüz bıraktıklarının haykırışları mı... yoksa tecavüze uğrayanların bağırmaya cesaret edemeyip boğazlarında boğulan ve kimsenin duymadığı, duymak istemediği feryatları mı... Bu çağ, nasıl çocukların seslerini kesen pencereleri varsa, nasıl o pencereler kapandığında çocuk sesi gelmiyorsa gönlümüzün penceresini kapamış bir çağ... Çocuk sesini kesen bir çağ...

İrkiliyorum birden ve uyanıyorum. Az evvel aklıma gelenleri bir düş olarak adlandırıp unutmak için ayağa kalkıyorum. Karnım acıkmış. Kalkar kalkmaz başım dönüyor ama düşmüyorum. Yemek yemeyi lüzumlu görmeyip evden dışarı çıkmaya karar veriyorum. Merdivenlerden inerken basamakları kendime eğlence ediyorum. Hop iki atla hop üç...

Caddeye çıkıyorum. Karşıdan, birkaç metre mesafeden gelen genç kızla zihinsel bir uzlaşı yapıp, ne konuşarak ne de bedensel hareketlerle iletişim kurarak hangi yönden yanyana geçecek olmamızın hesabını yapmaya çalışıyoruz. Ama bir türlü sonuca varamadığımızdan, adımlarımızı karıştırıp ikimiz de en son birbirimize çarpıyoruz. Özür dilemeden devam ediyorum yoluma. Özür dileyip yeni bir insan tanımanın, belki de aşık olmanın getireceği yeni sorumluluklardan bir çırpıda kurtarıyorum kendimi böylelikle...

Bir sigara yakıyorum. Yürürken ağzımda biriken tükürükleri dışarıya atıyorum. Birkaç saniye sonra, çevreyi kirleterek çiçeklerin ve ağaçların kokmasını engelleyen fabrikalara sövüyorum. Sanki aynı kirletmeyi ben yapmazmışım gibi. Etraf hâlâ sessiz. Sokaklarda insanlar yok çocuklar yok. Tam bu anda, çocukların insan olduğunu ama insanların çocuk kalmadığını aklıma nakşediyorum. Sessizlik hiç bitmeyecek gibi. Bu kadar gürültüsüzlüğe alışkın değilim. Beton binalar olmasa belki de rüzgarın sesini bile duyabileceğim.

Derken ışıklı tabelalar yanıp, makineler çalışmaya başlıyor. Çay satan garsonlar bağırmaya başlıyor. Elektriklerin geldiğini hemen anlayarak eve dönüyorum. Heyecandan basamakları saymadan çıkıyorum. Bunun eksikliğini daha sonra neden saymadım acaba diye düşünecek olacağım zamana erteliyorum. Eve giriyorum. Pencerenin dibinde kalan koltuğa oturuyorum. Hemen sağımda pencere bulunmakta. Pencerenin dışında gökyüzü. Karşımda zamanla eskimiş ve uzun zamandır boyanmamış olan duvarın önünde bulunan televizyon öylece kapalı durmaktayken, televizyonu açıyorum ve az evvel aklıma gelenleri, bir dahaki elektriklerin kesileceği zamana kadar unutmaya karar veriyorum.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Balkon Sefası

Bir de bakıyorum ki gecenin sahura kalkma vaktinde balkonda otururken buluyorum kendimi. Ayaklarım çıplak. Üzerimde birkaç beden büyük bir gömlek. Altımda açık renkli koltuklara leke bırakan koyu renkli bir pantolon. Sormayın gecenin bu saatinde ayakların olması gerektiği gibi çıplakken üzerinde gömlek ve altında pantolonla neden balkondasın diye...

Derin bir nefes çekerek gecenin sonsuzluğu içinde düşünmeye çalışıyorum kendimce. Ortam karanlık ve sessizlikten farkına vardığım sol kulağımın çınlaması beni rahatsız etmeye başlıyor. Sağ yanağımı yukarı doğru kaldırıp gözlerimi kısarak canım yanıyormuş gibi yapıyorum. Canımın yanmayıp da yanıyormuş gibi olduğunu kime ispat ettiğimi düşünüyorum. Sahi burada benden başka kim var? İçimden bir ses benim de burada olmadığımı söylüyor ama bu konuya şimdilik girmek istemiyorum.

Şimdiyse çıplak ayaklarımın üşüdüğünü fark ediyorum. Ama gidip de ne çoraplarımı giyiyorum ne de ayaklarımın üşümesini engellemek için bir çözüm bulmaya çalışıyorum. Zaten çok kısa sürede, belki de on saniye sonra ayaklarımın üşüdüğünü unutuyorum. Hava bu kadar soğukken rüzgar neden esmiyor diye düşünmeye başlıyorum. Kendi kendime bunun ne gibi sebepleri olabilir ki diye bir hava olayları uzmanı edasıyla yorumlar yapıyorum. Fırtına öncesi sessizlik mi bu acaba diye aklıma saçma cümleler getiriyorum. Sonra yorumlar yaparken, konu konuyu açıyorken birden etrafımda zaten hali hazırda bulunan fırtınaları hatırlıyorum. Sevdiklerimin kalplerinde bulunan fırtınalar dikkatimi çekiyor. Yıkılan hayaller, kaybolan ve geri gelmeyecek sevinçler, terk edilen ümitler... Ve sonrasında fırtınanın yerini asla orayı terk etmeyecek olan buzdağlarına bıraktığını fark ediyorum. O an sanki dağlar kadar kuvvetlenmiş biri olarak yumruğumu sıkıyor ve bir darbede bütün bu buzdağlarını yıkabileceğimi düşlüyorum. Ve bunu düşlemekle kendi kendime övünmeye çalışıyorum. Yine hayal kurarak bütün sevdiklerinin dertlerini çözmeye çalıştın diyorum kendime. Konunun içine kendimi katarak konunun dışına çıktığımın farkına varıyorum, bu yüzden bu konuyu burada kapatıyorum.

Burada bu soğuk balkonda bütün kontrol bende. Şimdi bir sigara yakmayı hak ettiğimi ve kendimi hiçbir sebep yokken ödüllendirmem gerektiğini emrediyorum kendime. Emre itaat ediyor ve bir dumanı boğazlarımda hissedecek ölçüde ağırca içime çekiyorum. Sigaranın dumanıyla birlikte gecenin bütün aksak hatıraları da içime hücum ediyor. Duman ciğerime gidiyor da hatıraların nerelere uğrayacağını kestiremiyorum. Fonda bir işkence uğultusu da çalmaya başlıyor. O an zannediyorum ki benimle birlikte bütün sokak köpekleri fonda çalan bu uğultuyu dinliyorlar. Halime üzülüp ulumalarını bekliyorum ama ulumuyorlar. Bu duruma çok üzülüyorum. Sigaranın boğazımı yaktığını fark ediyorum. Öksürmekten çekiniyorum, uyuyanları rahatsız etmemek için. Uyuyanları düşünüyorum sonra. Ve kendimi. Herkes uyurken ben neden uyumuyorum. Ve herkes uyumuyorken ben neden uyuyorum?

Sanırım uykuyla alakalı soruların sonu gelmeyecek. Tam bunları düşünürken bir rüzgar esecek gibi oluyor. Esmesini o kadar çok yürekten istiyorum ki, rüzgarın ilk oluştuğu yere giderek arkasından daha kuvvetli esmesini sağlamak için destek verebileceğimi planlıyorum aynı zamanda. Çünkü bu rüzgar sayesinde bu gecenin sona ereceğini hesaplıyor ve bütün umudumu bu rüzgara feda ediyorum. Bir yandan da üşümeye başlıyorum. Sonra birden neden bunları düşündüğümü anımsıyorum. Bir boşunalık sendromu başlıyor hemen o anda. Kime ne faydası var düşündüklerinin diyorum, gecenin bu saatinde balkona çıkarsan böyle saçmalarsın diye kızıyorum yine kendime.

Bu gecelik benim için balkon sefası bu kadar. Buz dağlarıyla döşenmiş bağları olan kalplerin ısınması için bir çözüm bulamadım ne yazık ki. Hele kendim için kendime bulamadığım çözümlerden dolayı ne kadar kızdım bilemiyorum. Şu an için yapmam gereken tek şey uyumak. Kendimi uyutmaya gitme vaktim geldi. Siz de fazla geç olmadan kendinizi uyutunuz. Gerçi şu an ben uyumuyorsam, sizin uyuyor olmanız gerek. Neyse, sizler için erken uyumak çok sağlıklı bir yaşam şekli. Herkese iyi uykular...

4 Nisan 2016 Pazartesi

Orası benim yerim, lütfen kalkar mısınız?

Sizi tanımıyorum. Bu kadar çok şeyi ne zaman öğrendiniz? Beni benden daha iyi biliyor olmalısınız. Sahi, sizin işiniz ne?

Gece uykusundan uyanmış, lambaları yakmadan, daha önce binlerce kez gidip gelerek ezberlemiş olduğu mutfağa yorgun ve uykulu olarak su içmeye giden ve sonrasında balkona yönelerek kapıyı açmadan, perdeyi sıyırarak camdan, gecenin karanlığına bakış atan, merakla ama anlamsızca rüyasında olup bitenleri yıldızlara aksettirerek, yıldızların kendisiyle hemhal olmalarını bekleyen bir gamsızlıkla, uzunca zaman sonra kendi varlığımı duyumsuyorum. Bu işin bu kadar çetrefilli olacağını tahmin edemezdim asla. Düşünün ki insan kendini sadece bu şartlarda hatırlamak imkanına sahip olabiliyor. Ve hatta insan kendisini gece uykusundan su içmeye diye uyandırıp, camdan gökyüzünü izlemeye giderek yıldızlara derdini anlatacak şekilde yalnızlık uçurumunda kaybolduğunun farkına varabiliyor böylelikle...

Sabah oluyor, uyanıyorsunuz. Hazırlıklar başlıyor. Gün boyunca çalışacak olmanın gereği olarak en uygun elbiseleri giyiyorsunuz. Saçınızın şekli, sakalınızın uzunluğu, gömleğinin rengi vs daha önceden başkaları tarafından belirlenmiş. Konuşma metinleri, yüz ifadeleri, beden hareketleri çeşitli uzmanlar tarafından ideoloji haline getirilmiş. Eğer bir mesleğe sahipseniz, bu ideolojinin en çılgın taraftarı olmak zorundasınız. Kurallara uymamak, bu ideolojiye taraftar olmamak en korkutacak şey olacaktır sizi. Çünkü çok iyi bilirsiniz ki sonunda aç kalacaksınızdır.

Engel olamadığımız zaman akıp gidiyorken parmaklarımızın ucundan, karar alıcılar bizim yerimize karar almaya devam ediyorlar her an. İnsanları "herhangi" bir "madde" olarak görüyorlar ve eninde sonunda her insanın kendi değirmenlerinde dövülecek "herhangi bir madde" olduğundan o kadar eminler ki bizim yerimize düşünüyorlar, bizim yerimize nefes alıyorlar, yemek yiyorlar, hatırlıyorlar, unutuyorlar, seviyorlar, nefret ediyorlar. Biz yorulmayalım diye bizim yerimize bütün çilelere katlanıyorlar.



Akıllarımız ve kalplerimiz işgale uğramış kısacası. Toplumun bütün yapılarında bu işgale uğradığımızın farkına varmak çok güç değil. Benlik bilgisinin yoksun bırakıldığı, çeşitli sansürlerle insanların bir aklının ve kalbinin olduğu gerçeğinin insanlardan uzaklaştırıldığı sonu çok yakın olan bir uçurumun hemen kenarındayız. Bizi o uçurumdan kurtarmak gibi bir ümide yapıştırıp, gizli gizli uçuruma sürüklüyor olmalarını tam olarak idrak edemiyoruz. İşte bunu idrak ettiğimiz an uçurumları ortadan kaldırıp bütün tepeleri birbirine ulaştıracağız. Yeter ki biz Türk Milleti olarak kendimizi tanıyalım. Başkalarının bizi bizden daha iyi tanımasına fırsat sunmayalım. 

20 Mart 2016 Pazar

Kendine sağır, dünyayı duymaya hazır insan

"İnsan mahzun olduğu zaman pek karışık düşünür. Ne düşündüğünü de anlatamaz." demiş Peyami Safa. Yine pek karışık düşündüğüm, ne düşündüğümü de anlatamadığım zamanlardan birindeyim... Bilmeden, istemeden böyle bir maceraya girişmiş olmanın sonucunu önceden kestirmek bir hayli zor olacak. Bu zorluğu aşmak için bir yerden başlamak gerekecek elbette. O zaman yazgımın bana müsaade ettiği imkanlar dahilinde başlamak istiyorum. 

"Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum." dizesi ile Dilaver Cebeci, aslında ahvalimizin ne kadar ürkünç bir durumda olduğunu açıklamıştı ziyadesiyle. Azgın kalabalığın çirkef gürültüsü bize fırsat vermiyor bir türlü duymamız gereken sesleri duymamızı. Aksine siyasi propagandalar bir yandan, teknolojinin sağır edici gürültüsü bir yandan, edebe aykırı yapılan edebiyatın kulaklarımızı tırmalaması bir yandan... 


Kuşatılıyoruz her an, her saniye. Gürültü, yatılı gelmişçesine rahat hareket ediyor ve biz de en yürekten misafir ediyoruz onu. Etrafa yaymış olduğu iniltiler, ninni imiş gibi geliyor özünü unutmuş kulaklarımıza. Bu gürültü ki, insanları sabah erkenden uyandırıp, akşamları erkenden uyutacak kadar avaz avaz bağırıyor. Bizi her an tembihliyor. Kulaklarımızı çektiği bile oluyor bazı bazı. 

Bütün bu sağır edici kuşatılmışlığın hakimiyetinden sizleri, soylu bir duruşa davet ediyorum. Ey insanlar! Lütfen kendinizi dinleyin bir an olsun. Paranın evrensel emirlerinden bir an olsun sıyrılıp, kendinize bir boşluk oluşturun. Kafesinden kaçıp özgürlüğüne kavuşan kuşlar misali kendinizi dinleyin. Özünüzde bulunan iyilik melaikelerini, iyilik meşalelerine dönüştürmek amacınız yok mudur hiç? Geliniz, en temiz süzgeç olan kalplerimizin sesini duymak için kulaklarımızı dünyanın gürültüsüne kapatalım. Sokakta yürürken, masa başında otururken, araba sürerken, yemek yerken, sohbet ederken yayalım vicdan muhasebesinden geçirdiğimiz güzellik günlerinin muştularını.

İçimizde bir ses var. Gelin hep beraber değil, tek tek, kendimiz, kendi iç sesimizi duymaya çalışalım. Bütün dünyaya rest çekerek, bencillik için değil benliğimiz için bunu yapalım. Kendi kalbinin feryadını duymayan, başka kalplerin imdat çağrısına aşina değildir ve sözde duymuş rolü yaparak, sahip olunan insanlık gürültüsüne bir gürültü daha eklemeye kendisini ram eder. 


1 Mart 2016 Salı

Yıkıntı

Devrin modası dalkavukluk. Sıradan, alışılagelmiş, normalleşmiş. Dalkavuk olmayana hiçbir şey yok. Şahsiyetler önemli değil, zaten yoklar. Nereden olduğun belli değil. Kim olduğun mühim değil. Ne için yaşıyorsun bilgisi yok. Her şey muallak, zan. Hevalar ilahlaştırılmış. En büyük ilahları para. Her şeye boyun eğmek, tek yaptıkları. Rab belledikleri; güç, güçlünün yanında olmak.

Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demeyenlerin niteliği, ayıya dayı diyenlerin niceliğinden üstündür. Zamanın yazgıları bu ince çizginin etrafında erimekte. Eriyip tükenirken ölmekte. Ayı'yı tanıyamadan ayının tutsağı olmakta. Tutsaklık... En bilinçsiz öykünme. En geçerli öykünme. Ayı'nın ayılığını tanımak için çırpınma, belki birkaç fotoğraf içinde ayı ile birlikte bulunma. Ayı'yı savunmak... Ayı'nın gücü için kendimizi gözden çıkarmak. Ayı daha güçlü olsun diye gücümüzü ayı için sarf etmek.

Bütün bunlar olurken, ayı tanınmışken, ayı'ya dayı demeye başlamak. Dayı'yı öğrenmek. Dayı olmayınca neler olmayacağını, dayı bulamayınca yok olacağını tecrübe etmek.

Temaşa alkışlarla yankılanıyor. Çanaklar ile dağıtılıyor. Kaleler bile zaptedemiyor bu efsunlu neşeyi. Herkesin yüzünde gülücükler. Efsun yayıldıkça kalpler hizaya giriyor. Kalpler, hesap vermeyi beklemeye başlıyor. Kalpler, alacakları emrin ne olacağını merak ediyor. Kalpler, güçten korkuyor. Kalpler, güç ne derse onu yapıyor. Kalpler, en çok ayıya dayı demeyi seviyor. Kalpler, gücün kimi ayı yapacağını bekliyor. Kalpler, bir müddet sonra ayıya dayı demek heyecanı için yanıp tutuşuyor. Ve kalpler, aldıkları emir gereği, icbar olunduğunu bilmeden, bilerek ve isteyerek ayıya dayı demeye başlıyor.

Bu talihsiz yıkıntılara evrilmiş hayatların düzenine döngü deyip geçmek, ayıya dayı demenin en fena, en başıboş çeşidi. Ve bu döngünün farkına varmadan yaşamayı istidad haline getirmiş olmak... Hevaları ilahları oldu.

Allah önünde evvela "Ben" olmak için çabalayacağım. Bu çabalarım ile Allah'tan başkasından talepkar olmayacağım. Ayıya dayı dememek için gerektiğinde köprüyü yıkacağım. Köprüyü başımıza bela edenlerin başına yıkmaya çalışacağım sadece ve sadece Allah'tan talepkar olarak. Allah'tan başka ilah yoktur.