21 Nisan 2016 Perşembe

İnsan Kalabalıktır

Namazdan namaza yarısı dolan bir caminin bahçesindeki çay ocağında tek başıma oturuyorum. Masa ve sandalyeler çok sade ve biraz eskimiş. Güvercinler, budanmış ağaçlardan yuvalarını taşımış. Caminin yan kapısında cenaze ilanı asılı, cenaze ilanının yanında da umre reklam ilanı. Dilenciler birazdan gelirler. Namaz vakti yaklaşmaya başladı. Yaşlılar da çay ocağını dolduruyor vakit yaklaştıkça.

Az önceki sessizlik yerini gürültüye bırakıyor. İnsanların birbirine anlatacak ne çok şeyi olduğunu görüyor ve hayret ediyorum. Dip dibe olan masalarda konuşulanları rahatça duyma imkanına sahipken, gürültüden sıkılıp buradan uzaklaşmayı seçiyorum. Çayımı yudumluyorum ve tamamını içmeden kalkıyorum. Güneş olmasına rağmen soğuk bir bahar havası var. Az önce kimseler yokken ne düşündüğümü hatırlamaya çalışıyorum. Bunu yapmaya çalışırken, bir tanıdık beni görüyor ve çay içmeye davet ediyor. Ama ben daveti kabul etmeyip oradan gidiyorum. Az önce hatırlamaya çalıştığım şeyi hatırlayamıyorum. Hatırlayamamak bazen büyük gerilimlere sebep olur. Nedense bu kez gerilim olmuyor. Ve ben yoluma devam ediyorum.

Geniş bir meydandan ana caddeye çıkıyorum. Kendimi kalabalığın içine azat ediyorum. İnsanların hızlıca yürümelerini bir türlü anlamlandıramıyorum. Ve hızlıca yürürken kimsenin birbirine selam vermeyişlerini, merhaba demeyişlerini... Ellerim pantolonumun ceplerinde yürüyorum. Caddede trafik sıkışıyor. Korna sesleri yükseliyor bütün arabalardan. İnsanların birbirleriyle korna sesi sayesinde iletişim kurduklarını görüyorum. Sinirlenenler, teşekkür edenler, emir verenler... Farkında olmadan bu dili öğrendiğimi anlamış oluyorum.

Dikkatimi toparlayıp tekrar yürümeye başlıyorum. Kaldırım taşlarının dikdörtgen olduğunu görüyorum. Dikdörtgen kaldırım taşlarının birbirleriyle birleştiği çizgilere basmadan yürümeye çalışıyorum. Bir çizgiye bastığımda kendime kızıyorum. Etrafımda kimse yokken böyle yürümeyi seçiyorum. Bu şekilde yürürken az ileride bir adamı görmeyip omzumla çarpıyorum. Adam öfkeli bir şekilde suratıma bakıyor ama bir şey demiyor. Ben de sesimi çıkarmadan kafamı sallayıp bir mimikle olaydan sıyrılıyorum. Birkaç adım attıktan sonra, "acaba ne düşünüyordu da ben ona çarptığımda bana kızmış olmasına rağmen ağzını açıp tek kelime etmedi?" diye kendi kendime konuşuyorum. Dönüp bu soruyu o adama sormak istiyor bir tarafım. Bir başka tarafım da beni vazgeçiriyor.

Yağmur yağdığında insanların kolayca ıslandığı bir durağın önünden geçiyorum. Az yürüyünce büyük ve ışıltılı mağaza tabelaları gözüme çarpıyor. Hangisine bakacağıma karar veremiyorum. Hangisini okuyacağımı şaşırıyorum. Kimi işyerlerinin çalışanları insanları yoldan çevirmeye çalışıyor. Kimi insanların da yoldan çıktıklarını görüyorum... İnsanları izlemeyi bırakıp, etrafa bakınmaya geri dönüyorum. Sadece sırf daha çok para kazanmak için insanları salt para kaynağı olarak gören ve başka hiçbir beklenti içerisinde olmayan, bu sefil para tuzaklarına pusu kurmuş olanlarla empati yapmaya çalışıyorum. Bu çağın efendileri ve kölelerinin kim olduğunu tam olarak kestiremiyorum. Halime şükrederek bu işi beceremediğimden dolayı memnuniyet duyuyorum. Hemen bu kalabalıktan da uzaklaşmaya karar veriyorum ve hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.

İnsan kalabalık bir ortamda ama tek başına yürüyorken çok rahatça karar alabiliyor. Kimseye soru sormamak, kimseden cevap beklememek bazen en huzurlu zamanlar olabiliyor. Ben de bu tek başıma olmanın huzurunu yaşamaya çalışıyorum, zor da olsa. Yerle gök arasında insanların sonradan kurmuş olduğu bir zindandan kurtulmanın yollarını aramak üzere yoluma devam ediyorum. Yorulduğumun farkına varıp ilerideki banklara varıyorum. Oturup bulutları seyre dalıyorum. Kuşlar geçiyor sürü halinde. Ben martıyı hatırlıyorum. Kalabalık sürüsünden kaçıp, tek başına özgürlüğüne uçan martıyı... İçimde tatlı bir kıskançlık oluşuyor bu kez. Tebessüm ettikten sonra bir sigara yakıyorum. Ve sonra evime doğru yola koyuluyorum...


12 Nisan 2016 Salı

Eksik Hayat

Duvara bakıyorum. Zamanla eskimiş ve uzun zamandır boyanmamış olan duvara... Önünde televizyon öylece kapalı halde durmakta. Ben duvara bakıyorum. Televizyonun orada olmasının sebebini düşünmeye gerek duymuyorum. Duvarın eskimiş beyazlığına kanıyorum. Hemen sağımda pencere bulunmakta. Pencerenin dışında gökyüzü... Ben duvara bakıyorum. Duvarın eskimiş beyazlığında kayboluyorum. Gökyüzünün maviliğinde kaybolmak varken duvarın eskimiş beyazlığında...

Etrafta çıt yok. Bu en son model pencerelerden çocuk sesi de ulaşmıyor artık evlerin içerisine. Çocuk sesi demişken, sahi neydi o ses? Saklambaç oynayanların oradan oraya koşarken sevinç ve heyecan içindeki çığlıkları mı, birkaç gündür yemek yiyememiş olan bir annenin onunla aynı zamandan beri yemek yiyememiş olan çocuğunun midesinden gelen gurultu mu... Yoksa, içerisinde demokrasi taşıyan gökyüzünü istila eden oyuncakların yeryüzünde yetim ve öksüz bıraktıklarının haykırışları mı... yoksa tecavüze uğrayanların bağırmaya cesaret edemeyip boğazlarında boğulan ve kimsenin duymadığı, duymak istemediği feryatları mı... Bu çağ, nasıl çocukların seslerini kesen pencereleri varsa, nasıl o pencereler kapandığında çocuk sesi gelmiyorsa gönlümüzün penceresini kapamış bir çağ... Çocuk sesini kesen bir çağ...

İrkiliyorum birden ve uyanıyorum. Az evvel aklıma gelenleri bir düş olarak adlandırıp unutmak için ayağa kalkıyorum. Karnım acıkmış. Kalkar kalkmaz başım dönüyor ama düşmüyorum. Yemek yemeyi lüzumlu görmeyip evden dışarı çıkmaya karar veriyorum. Merdivenlerden inerken basamakları kendime eğlence ediyorum. Hop iki atla hop üç...

Caddeye çıkıyorum. Karşıdan, birkaç metre mesafeden gelen genç kızla zihinsel bir uzlaşı yapıp, ne konuşarak ne de bedensel hareketlerle iletişim kurarak hangi yönden yanyana geçecek olmamızın hesabını yapmaya çalışıyoruz. Ama bir türlü sonuca varamadığımızdan, adımlarımızı karıştırıp ikimiz de en son birbirimize çarpıyoruz. Özür dilemeden devam ediyorum yoluma. Özür dileyip yeni bir insan tanımanın, belki de aşık olmanın getireceği yeni sorumluluklardan bir çırpıda kurtarıyorum kendimi böylelikle...

Bir sigara yakıyorum. Yürürken ağzımda biriken tükürükleri dışarıya atıyorum. Birkaç saniye sonra, çevreyi kirleterek çiçeklerin ve ağaçların kokmasını engelleyen fabrikalara sövüyorum. Sanki aynı kirletmeyi ben yapmazmışım gibi. Etraf hâlâ sessiz. Sokaklarda insanlar yok çocuklar yok. Tam bu anda, çocukların insan olduğunu ama insanların çocuk kalmadığını aklıma nakşediyorum. Sessizlik hiç bitmeyecek gibi. Bu kadar gürültüsüzlüğe alışkın değilim. Beton binalar olmasa belki de rüzgarın sesini bile duyabileceğim.

Derken ışıklı tabelalar yanıp, makineler çalışmaya başlıyor. Çay satan garsonlar bağırmaya başlıyor. Elektriklerin geldiğini hemen anlayarak eve dönüyorum. Heyecandan basamakları saymadan çıkıyorum. Bunun eksikliğini daha sonra neden saymadım acaba diye düşünecek olacağım zamana erteliyorum. Eve giriyorum. Pencerenin dibinde kalan koltuğa oturuyorum. Hemen sağımda pencere bulunmakta. Pencerenin dışında gökyüzü. Karşımda zamanla eskimiş ve uzun zamandır boyanmamış olan duvarın önünde bulunan televizyon öylece kapalı durmaktayken, televizyonu açıyorum ve az evvel aklıma gelenleri, bir dahaki elektriklerin kesileceği zamana kadar unutmaya karar veriyorum.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Balkon Sefası

Bir de bakıyorum ki gecenin sahura kalkma vaktinde balkonda otururken buluyorum kendimi. Ayaklarım çıplak. Üzerimde birkaç beden büyük bir gömlek. Altımda açık renkli koltuklara leke bırakan koyu renkli bir pantolon. Sormayın gecenin bu saatinde ayakların olması gerektiği gibi çıplakken üzerinde gömlek ve altında pantolonla neden balkondasın diye...

Derin bir nefes çekerek gecenin sonsuzluğu içinde düşünmeye çalışıyorum kendimce. Ortam karanlık ve sessizlikten farkına vardığım sol kulağımın çınlaması beni rahatsız etmeye başlıyor. Sağ yanağımı yukarı doğru kaldırıp gözlerimi kısarak canım yanıyormuş gibi yapıyorum. Canımın yanmayıp da yanıyormuş gibi olduğunu kime ispat ettiğimi düşünüyorum. Sahi burada benden başka kim var? İçimden bir ses benim de burada olmadığımı söylüyor ama bu konuya şimdilik girmek istemiyorum.

Şimdiyse çıplak ayaklarımın üşüdüğünü fark ediyorum. Ama gidip de ne çoraplarımı giyiyorum ne de ayaklarımın üşümesini engellemek için bir çözüm bulmaya çalışıyorum. Zaten çok kısa sürede, belki de on saniye sonra ayaklarımın üşüdüğünü unutuyorum. Hava bu kadar soğukken rüzgar neden esmiyor diye düşünmeye başlıyorum. Kendi kendime bunun ne gibi sebepleri olabilir ki diye bir hava olayları uzmanı edasıyla yorumlar yapıyorum. Fırtına öncesi sessizlik mi bu acaba diye aklıma saçma cümleler getiriyorum. Sonra yorumlar yaparken, konu konuyu açıyorken birden etrafımda zaten hali hazırda bulunan fırtınaları hatırlıyorum. Sevdiklerimin kalplerinde bulunan fırtınalar dikkatimi çekiyor. Yıkılan hayaller, kaybolan ve geri gelmeyecek sevinçler, terk edilen ümitler... Ve sonrasında fırtınanın yerini asla orayı terk etmeyecek olan buzdağlarına bıraktığını fark ediyorum. O an sanki dağlar kadar kuvvetlenmiş biri olarak yumruğumu sıkıyor ve bir darbede bütün bu buzdağlarını yıkabileceğimi düşlüyorum. Ve bunu düşlemekle kendi kendime övünmeye çalışıyorum. Yine hayal kurarak bütün sevdiklerinin dertlerini çözmeye çalıştın diyorum kendime. Konunun içine kendimi katarak konunun dışına çıktığımın farkına varıyorum, bu yüzden bu konuyu burada kapatıyorum.

Burada bu soğuk balkonda bütün kontrol bende. Şimdi bir sigara yakmayı hak ettiğimi ve kendimi hiçbir sebep yokken ödüllendirmem gerektiğini emrediyorum kendime. Emre itaat ediyor ve bir dumanı boğazlarımda hissedecek ölçüde ağırca içime çekiyorum. Sigaranın dumanıyla birlikte gecenin bütün aksak hatıraları da içime hücum ediyor. Duman ciğerime gidiyor da hatıraların nerelere uğrayacağını kestiremiyorum. Fonda bir işkence uğultusu da çalmaya başlıyor. O an zannediyorum ki benimle birlikte bütün sokak köpekleri fonda çalan bu uğultuyu dinliyorlar. Halime üzülüp ulumalarını bekliyorum ama ulumuyorlar. Bu duruma çok üzülüyorum. Sigaranın boğazımı yaktığını fark ediyorum. Öksürmekten çekiniyorum, uyuyanları rahatsız etmemek için. Uyuyanları düşünüyorum sonra. Ve kendimi. Herkes uyurken ben neden uyumuyorum. Ve herkes uyumuyorken ben neden uyuyorum?

Sanırım uykuyla alakalı soruların sonu gelmeyecek. Tam bunları düşünürken bir rüzgar esecek gibi oluyor. Esmesini o kadar çok yürekten istiyorum ki, rüzgarın ilk oluştuğu yere giderek arkasından daha kuvvetli esmesini sağlamak için destek verebileceğimi planlıyorum aynı zamanda. Çünkü bu rüzgar sayesinde bu gecenin sona ereceğini hesaplıyor ve bütün umudumu bu rüzgara feda ediyorum. Bir yandan da üşümeye başlıyorum. Sonra birden neden bunları düşündüğümü anımsıyorum. Bir boşunalık sendromu başlıyor hemen o anda. Kime ne faydası var düşündüklerinin diyorum, gecenin bu saatinde balkona çıkarsan böyle saçmalarsın diye kızıyorum yine kendime.

Bu gecelik benim için balkon sefası bu kadar. Buz dağlarıyla döşenmiş bağları olan kalplerin ısınması için bir çözüm bulamadım ne yazık ki. Hele kendim için kendime bulamadığım çözümlerden dolayı ne kadar kızdım bilemiyorum. Şu an için yapmam gereken tek şey uyumak. Kendimi uyutmaya gitme vaktim geldi. Siz de fazla geç olmadan kendinizi uyutunuz. Gerçi şu an ben uyumuyorsam, sizin uyuyor olmanız gerek. Neyse, sizler için erken uyumak çok sağlıklı bir yaşam şekli. Herkese iyi uykular...

4 Nisan 2016 Pazartesi

Orası benim yerim, lütfen kalkar mısınız?

Sizi tanımıyorum. Bu kadar çok şeyi ne zaman öğrendiniz? Beni benden daha iyi biliyor olmalısınız. Sahi, sizin işiniz ne?

Gece uykusundan uyanmış, lambaları yakmadan, daha önce binlerce kez gidip gelerek ezberlemiş olduğu mutfağa yorgun ve uykulu olarak su içmeye giden ve sonrasında balkona yönelerek kapıyı açmadan, perdeyi sıyırarak camdan, gecenin karanlığına bakış atan, merakla ama anlamsızca rüyasında olup bitenleri yıldızlara aksettirerek, yıldızların kendisiyle hemhal olmalarını bekleyen bir gamsızlıkla, uzunca zaman sonra kendi varlığımı duyumsuyorum. Bu işin bu kadar çetrefilli olacağını tahmin edemezdim asla. Düşünün ki insan kendini sadece bu şartlarda hatırlamak imkanına sahip olabiliyor. Ve hatta insan kendisini gece uykusundan su içmeye diye uyandırıp, camdan gökyüzünü izlemeye giderek yıldızlara derdini anlatacak şekilde yalnızlık uçurumunda kaybolduğunun farkına varabiliyor böylelikle...

Sabah oluyor, uyanıyorsunuz. Hazırlıklar başlıyor. Gün boyunca çalışacak olmanın gereği olarak en uygun elbiseleri giyiyorsunuz. Saçınızın şekli, sakalınızın uzunluğu, gömleğinin rengi vs daha önceden başkaları tarafından belirlenmiş. Konuşma metinleri, yüz ifadeleri, beden hareketleri çeşitli uzmanlar tarafından ideoloji haline getirilmiş. Eğer bir mesleğe sahipseniz, bu ideolojinin en çılgın taraftarı olmak zorundasınız. Kurallara uymamak, bu ideolojiye taraftar olmamak en korkutacak şey olacaktır sizi. Çünkü çok iyi bilirsiniz ki sonunda aç kalacaksınızdır.

Engel olamadığımız zaman akıp gidiyorken parmaklarımızın ucundan, karar alıcılar bizim yerimize karar almaya devam ediyorlar her an. İnsanları "herhangi" bir "madde" olarak görüyorlar ve eninde sonunda her insanın kendi değirmenlerinde dövülecek "herhangi bir madde" olduğundan o kadar eminler ki bizim yerimize düşünüyorlar, bizim yerimize nefes alıyorlar, yemek yiyorlar, hatırlıyorlar, unutuyorlar, seviyorlar, nefret ediyorlar. Biz yorulmayalım diye bizim yerimize bütün çilelere katlanıyorlar.



Akıllarımız ve kalplerimiz işgale uğramış kısacası. Toplumun bütün yapılarında bu işgale uğradığımızın farkına varmak çok güç değil. Benlik bilgisinin yoksun bırakıldığı, çeşitli sansürlerle insanların bir aklının ve kalbinin olduğu gerçeğinin insanlardan uzaklaştırıldığı sonu çok yakın olan bir uçurumun hemen kenarındayız. Bizi o uçurumdan kurtarmak gibi bir ümide yapıştırıp, gizli gizli uçuruma sürüklüyor olmalarını tam olarak idrak edemiyoruz. İşte bunu idrak ettiğimiz an uçurumları ortadan kaldırıp bütün tepeleri birbirine ulaştıracağız. Yeter ki biz Türk Milleti olarak kendimizi tanıyalım. Başkalarının bizi bizden daha iyi tanımasına fırsat sunmayalım.