16 Haziran 2017 Cuma

GİRDAP

"Kuşlara yem vermek mi, yoksa kuşları dinlemek mi?" diye sordu kendi kendine bir binanın giriş kapısında tek başına otururken. Camdan dışarı baktığında genişçe bir çimenlik ve birkaç metre aralıklarla dikilmiş ama fazla büyümemiş çam ağaçlarını görüyordu. Çok uzaklarda, yüksek binalar gözüne çarpıp canını sıkıyordu ama onları pek önemsemiyordu. Mevsimlerden ilkbahar olmasına rağmen az ileride yaprakları kalmamış çıplak bir ağacın en üstteki dalına bir konup bir uçan kuşlar dikkatini çekiyordu. Kuşlar bir çimene inip yürüyorlardı, bir havalanıp çıplak kalmış ağacın en üst dalına konuyorlardı. Kafasındaki düşünceleri unutur gibi yapıp, kuşlara imrenmek istiyordu ama birkaç karganın gürültüsünden dolayı böyle bir şeyi yapmaktan mahrum kalıyordu. Kargalara kızmalı mıydı bu yüzden, bir türlü karar veremiyordu. Umarsızca oturup gitmelerini beklemek daha kolayına geliyordu.

Bir kuşa öykünüp özgürce kendi yolunu inşa edebileceği aklına geldi aniden. Kendi yolunu inşa etmenin kendisi dışındaki çoğu şeyi eleştirerek başlayacağını zannederek aklına gelen her şeye sövmeye başladı. Bunlardan kimisinde haklı, kimisinde haksız olduğununsa farkındaydı elbette. Ayrıca kuşların yüksek gerilim hatları üzerindeki tellerde yeryüzünü izliyor olmalarını pek de anlamış değildi. Neden yüksek bir tepe değildi de yüksek gerilim hatlarında bunu yapıyorlardı? O an  şehirleri ve dahası ülkeleri iğne iplik dikerek birbirine bağlamışçasına birleştiren şeyin yüksek gerilim hatları ve bunları birbirine kavuşturan kablolar olduğunu görmek onu bir hayli sinirlendirmişti. Hele şehirleri ve insanları gözle görülmeyecek yalın bağlarla birbirine kenetleyen, mesafelere kulak asmayıp dünyayı güzelleştiren şeylerin olduğunu daha öncesinde bir yerlerde duymuştu. Hasır hasır hasret diken ve sonunda vuslata ulaşan bağlar aklına geldi mesela. Şöyle bir içini çekip nefeslendi.

Derken çimenin içinde usulca yürüyen bir kirpiyi gördü. Kirpiyi görüp anlamsızca sevinmek isterken gökyüzüne bakmaya niyetlendiğinde son hızıyla havalanan bir uçağın gökyüzünü deldiğine şahit oldu aynı zamanda. Bir anlığına hayatı hangi yavaşlıkta veya hangi hızda yaşamanın gerektiğini meşru bir şekilde yargılamak istedi. Bir çimenlik manzaralı kapı girişinin böyle bir yargılama için uygun bir yer olup olmadığını düşüncesi, onu yargılama konusundan vazgeçirmeye yetmişti bile. Bir insanın kendini eleştirmenin, kendisine olumsuz değerler yüklemesinin ne kadar uzak, ne kadar korkutucu bir deneyim olduğunu bir kez daha anladı. Ama bu deneyimi de kısa süre sonra unutacağını iyi biliyordu.

Unutmak; yaşanılan zamanın devamlılığını sağlayan, insanın içe bakışına, aslında çevreye bakışına bir ambargo koyarak kendini unutmasına sebep olan ve bunlar olurken de hiçbir şekilde yaşanılan mevcut düzene engel olmayan, tam tersine sapkın bir düzenin işlevini yerine getirmesini sağlayan, hissiyatların ve düşüncelerin en önemlisi olmuştu. Daha az evvel kendine sormuş olduğu "Kuşlara yem vermek mi, yoksa kuşları dinlemek mi?" sorusunu bile çoktan unutmuştu. Neydi bu soruya aradığı cevap? Peki neydi bu soruya cevap vermekten kaçındıran ve unutmasına sebep olan şeyler? Bunları düşünmek için kendine bir zaman mı ayırmalıydı yoksa hemen bu soruları cevaplandırmalı mıydı? Kuşlara mı kayıtsız kalıyordu yoksa kendine mi?

Kendini yalnız hissediyordu. Kendini ahlaki olmayan bir insan olarak görüyordu. Kuşlara karşı bencillik yapmak, onların dertlerini kendine zulüm olarak görmek kendini diğer insanlardan sapmış birine dönüşmüş olarak görmeye itiyordu onu. Oturup bunları düşünürken, sol bacağını hızlıca sallıyor olması bir telaşa düştüğünüz habercisiydi. Tek boyutlu bir insan olmak, hayatın insana vermiş olduğu iksirlerden mahrum kalmak ayağının önünden geçen karıncayı önemsememesine bile sebep olabiliyordu. Halbuki karınca kadar hür değildi. Hatta karınca kadar cesaretli değildi.

Uzaklarda bir yerlerde patlayan havai fişeklerin seslerini duydu. Kendisi bu haldeyken, hangi densizlerin eğlendiğini merak edip epeyce kızdı. Sonra aklına herkesin önüne serpiştirilen umut ve mutlulukların var olduğu geldi. Serpiştirilen demişti; çünkü bu çağda insanların umut ve mutluluk sahibi olmaları bazı karar vericilerin elindeydi. Bu karar vericiler istediğinde nüzul olan ve karar vericilerin istediğinde herkesin elinden aldıkları umut ve mutluluklara karşı hangi duruşu sarf edeceğini tam kestiremiyordu. Kendisi karar vericilerin aldıkları kararı uygulayan mıydı, yoksa kendi kararlarını alabilen biri miydi diye düşündü. Kararan gün önüne hangi kararları sunacaktı şimdi? Bohem bir bunaltı sardı bu düşüncelerin içindeyken ruhunu. Serpme umut ve mutluluklar son kullanma tarihini doldurmadı için bir kenar konulmuştu.

Aklında hep kendine sunmuş olduğu teklifler vardı. Bazen bu tekliflerin bozuk para değerinde olmadığını, bazen de değerini hesaplayamayacak kadar kıymetli olduğunu düşünüyordu. Komik bir fıkra gibi yaşadığı sevdası aklına geliyordu. Ve bu sevdayı unutup unutmaması gerektiği teklifini sunuyordu kendine. Hayatının sıradan zamanlarında yaşadığı olumsuz durumlarda bunların sebebinin, dengesini bozan şeyin bu sevda olduğunu söyleyip, kendine bir sığıntı yapıyordu bu sevdayı. Tam tersine hayatının olumlu anlarında da keşke sevdasının yanında olmasını ve sevdasından yoksun olumlu anların eksik kaldığının acısına ram oluyordu. Fark etti ki hayatını bir bütün olarak ele alıp bir teraziye koyduğunda, terazinin herhangi bir tarafında kendi varlığı yoktu. Kendinden başka herkes müdahil olmuştu terazinin taraflarındaki ağırlıklara. Kendi varlığı hesap edilmeyecek kadar hafif miydi ki? Tam o anda bunları düşünürken dünyada yaşayan canlıların en hafiflerinden biri olan bir kelebeğin uçarak gelip masasına konması bir tesadüf olamazdı. Kaldı ki çok kısa sürecek olan kelebek canlıyken mi daha hafifti yoksa öldüğünde mi? İnsan kuş gibi uçarken mi daha hafifti yoksa öldüğünde mi?

1 yorum:

  1. Emeğine sağlık kardeşim çok güzel bir yazı olmuş.Yeni yazını okumayalı uzun zaman olmuştu.Özlemişim :)

    YanıtlaSil